top of page

KARAR İNCELEMESİ | CULPA IN CONTRAHENDO

Ercan Şirinoğlu

KARAR İNCELEMESİ CULPA IN CONTRAHENDO
Download • 602KB

I. Kararın Künyesi ve Karara Konu Olayın Özeti

(Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E:2010/13-593, K: 2010/623 Tarih: 01.12.2010)


Dava konusu, davacının davalı şirketin bir mağazasına gittiği, mağazada ürünlere baktığı sırada raflardan üzerine kolilerin düştüğünü bu sebeple kafa travması geçirdiğini iddia ederek manevi tazminat isteminde bulunmasına ilişkindir. Davacı taraf öncelikle taraflarına ödenmesi amacı ile 20.000,00 –TL manevi tazminat isteminde bulunmuş dava mahkeme tarafından kısmen kabul edilerek 7.500,00-TL manevi tazminat ödenmesine karar verilmiştir. Davalı tarafın söz konusu kararı temyiz etmesi il birlikte dava Yargıtay 13. Hukuk Dairesinin önüne gelmiştir. Davada yüksek mahkeme taraflar arasındaki uyuşmazlığın TBK hükümlerine göre değil 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanun’a göre çözüme ulaşmasını doğru bulmuş, bu sebeple davanın da Tüketici Mahkemesi’nde açılması gerektiğini bildirdiğinden diğer temyiz iddialarını değerlendirmeden kararı bozmuştur. Dava tekrar ilk derece mahkemesine gönderilmiş ancak ilk derece mahkemesinin vermiş oluğu kararda direnmesi sonucunda dava Hukuk Genel kurulunun önüne gelmiştir.


II. Tartışılması Gereken Usûlî Sorun veya Sorunlar


İlgili Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararında tartışılması gereken usûlî sorunlar, kişinin mağazada gezdiği sırada oluşan bu fiilin sözleşmeye dayalı sorumluluk hükümlerine mi yoksa haksız fiil sorumluluğu hükümlerine mi tabi olduğu ve uyuşmazlığın genel yetkili mahkeme olan Asliye Hukuk Mahkemesi’nde mi yoksa 4077 sayılı kanun hükümlerine göre Tüketici Mahkemesi’nde mi çözüme kavuşturulması gerektiği ile ilgilidir.


III. İlgili Hukukî Dayanaklar ve Dikkate Alınması Gereken İlgili Kanun Hükümleri


6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu Genel hükümler, 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanun, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu, 5235 sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri İle Bölge Adliye Mahkemelerinin kuruluş, görev ve yetkileri hakkındaki kanun.


IV. Kararın Kısa Değerlendirmesi


Bilindiği üzere, ilk çağlardan itibaren kişiler hem devlet ile hem de kendi aralarında birçok ilişkide bulunmuş ve bu ilişkilerinin de daha iyi yürütülmesi ve haklarının korunması amacı ile hukuku geliştirmişlerdir. Kişilerin birbirleri ile olan ilişkilerinde birbirilerine zarar vermeleri veya devletin suç olarak nitelendirdiği fiilleri bir başkasına veya devlete karşı işlemiş olmaları halinde ceza yargısı devreye girmekte, hem kişilerin korunması hem de fiili işleyen kişilerin rehabilite edilerek devlete kazandırılması amacı ile belirli türde cezalar kendilerine verilmektedir.


Bunların yanı sıra kişilerin birbirleri veya belli kurumlar ile yapmış oldukları alışverişlerin düzenlenmesi amacı ile de birçok düzenleme getirilmiş bulunmaktadır. Bunlar hukuk davalarının konusunu oluşturmaktadır. Kişiler kendi hayatlarını düzenlemek, devam ettirmek ve insan onuruna yaraşır biçimde yaşamak amacı ile diğer kişiler ile ilişki kurmakta ve belli bazı mal ve hizmetleri ücret karşılığın da onlardan almaktadırlar. Ülkemizde de genel olarak borç ilişkileri 6098 sayılı kanunda düzenlenmiş olup, çoğunluk yaptırımlar yine aynı kanunda tanımlanmış ve geliştirilmiştir. Devlet kişilerin borç ilişkilerini düzenlerken onların haklarını korumayı amaç ve ilke haline getirmiş ve kişiler arasındaki borç ilişkilerinde güçlü tarafın güçsü olan tarafı ezmesinin önüne geçmek istemiştir.


Genel olarak borç kavramı yerine getirilmesi gereken ödev olarak tanımlanmıştır[1]. Ancak 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunumuzda borç kavramı tanımlanmamış olup, kanunun diğer hükümlerinden yararlanarak borç kavramının açıklamaya çalışmaktayız[2]. 6098 sayılı kanunu sistematik biçimde incelediğimiz zaman borç ilişkisinin genel olarak 3 ilişki sonucu ortaya çıkabileceğini görmekteyiz. Bunlardan en önemlisi ve borçlar hukuk genel hükümlerinin büyük bir bölümünü kaplayan sözleşmeye dayalı borç ilişkisidir.


Kişiler günlük hayatlarında farkında olmadan birçok sözleşme kurmakta ve borç altına girmektedir. Örneğin; bakkaldan alınan küçük bir alışverişte veya başka bir marketten bir ürünün alınması amacı ile yazılı olmayarak sözleşme kurma yoluna gitmektedir. Ya da bir yere seyahat etme amacı ile bilet alması durumunda karşılıklı olarak borç yükümlülüğü altına girmektedir. Sözleşmelerin birçok çeşidi bulunmakta olup tek taraf borç yükleyen veya iki taraf borç yükleyen sözleşmeler olarak ayırabileceğimiz gibi aynı zamanda sözleşmelerin özel nitelikli durumları Borçlar Hukuk Özel Hükümleri’nin de konusunu oluşturmaktadır. Ancak kanunda tanımlanmamış ve hukuk literatürü içinde “sui generis” olarak adlandırdığımız birçok sözleşme vardır. Bu kavram, kanunda düzenlenmemiş ve kendi özellikleri olan sözleşme türü, anlamına gelmektedir.


Genel olarak sözleşmeler icap ve kabul beyanları ile kurulmakta olup bu kavramların ne olduğu ve sözleşmelerin nasıl kurulacağı 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunun 3. ve 4. maddesinde düzenlenmektedir. Ancak 6098 sayılı yasanın 1. Maddesinde “Sözleşme, tarafların iradelerini karşılıklı ve birbirine uygun olarak açıklamalarıyla kurulur. İrade açıklaması, açık veya örtülü olabilir” hükmü yer alarak sözleşmesinin tarafların birbirine uygun, karşılıklı irade beyanına göre düzenleneceği öngörülmektedir.


Diğer bir borç ilişkisi ise haksız fiildir. Haksız fiilden kaynaklı olarak bir kişinin kendisine veya o kişinin malvarlığına zarar veren kişinin her türlü zararını gidermekle yükümlüdür. Haksız fiilden doğan borç ilişkileri 6098 sayılı TBK’nın 49 maddesi ile düzenleme alanı bulmaktadır. İlgili maddede, “Kusurlu ve hukuka aykırı bir fiille başkasına zarar veren, bu zararı gidermekle yükümlüdür. Zarar verici fiili yasaklayan bir hukuk kuralı bulunmasa bile, ahlaka aykırı bir fiille başkasına kasten zarar veren de, bu zararı gidermekle yükümlüdür.” Hükmü yer almaktadır. Madde metninden açıkça anlaşılacağı üzere hukuka aykırı bir fiil ile başkasına zarar veren bu zararını gidermekle yükümlüdür. Burada kusurlu denilerek, haksız fiil sorumluluğunda kişinin kusurlu olması gerekirken aynı zamanda kanunda kusursuz sorumluluk halleri de tanımlanmakta olup özellikle haksız fiil sorumluluğunda kişinin kusursuz da sorumlu olduğu haller kanun maddelerinde tanımlanmıştır.


Üçüncü ve genel olarak borç ilişkilerini doğuran bir diğer kavram ise “sebepsiz zenginleşme” durumudur. Sebepsiz zenginleşme 6098 sayılı kanunun 77. ve devamı maddelerinde, “Haklı bir sebep olmaksızın, bir başkasının malvarlığından veya emeğinden zenginleşen, bu zenginleşmeyi geri vermekle yükümlüdür. Bu yükümlülük, özellikle zenginleşmenin geçerli olmayan veya gerçekleşmemiş ya da sona ermiş bir sebebe dayanması durumunda doğmuş olur” şeklinde tanımlanmıştır. Kanun maddesinden de açıkça anlaşılacağı üzere kişi, haklı bir sebep olmaksızın bir başkasının malvarlığı veya emeğinden zenginleşen kişilerin bu zenginleşmeyi geri vermekle yükümlüdür.


Genel olarak 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunundaki borç ilişkilerinden bahsettikten sonra söz konusu Hukuk Genel Kurulu kararına değinmek istemekteyim. Öncelikle olay yukarıda da özet şeklinde anlatıldığı şekli ile manevi tazminat istemine ilişkindir. Davacı davalının mağazasının bir şubesine giderek alışveriş yapmak istemiştir. Bu esnada birçok ürünü kontrol etmiş, beğenmek amacı ile incelemiş ve henüz karar veremediğinden mağaza içerisinde gezinmeye devam ettiği esnada, davalını şubesinde bulunan kolilerden bir kaçı davacının başına düşerek yaralanmasına sebep olmuştur. Davacının iddiasına göre kendisi kafa travması geçirmiş olup bu durumun sorumlusu olarak da davalıyı göstermiştir. Davacı manevi olarak yıprandığı iddiası ile kendi yerleşim yeri olan İstanbul da davalı kuruma karşı manevi tazminat davası açarak uğramış olduğu zararın davalı tarafından giderilmesini talep etmiştir. Davacının açmış olduğu tazminat bedeli o zamanın para birimi ile 20.000,00 YTL olarak belirlenmiştir ve bu değer üzerinden dava açılmıştır.


Daha sonra davacı tarafından dava açılması sonucunda yargılama başlamış olup mahkeme davanın sonucunda kişinin manevi zarar uğradığı tespit ederek, kısmi kabul ile 7.500,00 TL olarak manevi tazminatı kabul etmiştir. Daha sonra davalı taraf mahkeme kararın hukuka uygun olmadığı gerekçesi ile ilamı temyiz etmiş yani yüksek mahkeme olan Yargıtay’a taşımıştır.


Yüksek mahkeme dosyayı incelemiş ancak temyiz itirazlarında esas yönünden inceleme yapmayarak davanın genel yetkili olan asliye hukuk mahkemesinde değil, taraflardan birinin satıcı diğerinin ise tüketici olması sebebi ile uyuşmazlığın tüketici mahkemesinde görülmesini uygun bularak kararı bozmuş ve kararın düzeltilmesi amacı ile ilk derece mahkemesine geri göndermiştir. İlk derece mahkemesi ise kararda direnmiş olup direnme sonucunda dosya Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun önüne gelmiştir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, esastan inceleme yaparak davanın bir tüketici davası mı yoksa sözleşmeden kaynaklı bir borç ilişkisi olduğundan asliye hukuk mahkemesin de mi açılması gerektiğini tartışarak hem usul yönünden hem de esas yönünden inceleme yapmıştır.


Yapılan inceleme sonucunda gerçekleşen fiilin bir haksız fiil mi yoksa sözleşmeye dayalı borç ilişkisi mi olduğu konusu tartışılmaktadır. Bu konuya değinirken Yargıtay Hukuk Genel Kurulu yalnızca mevzuat hükümlerine bağlı kalmamış özellikle Alman Federal mahkemesi kararlarından da sıklıkla yararlanmıştır. Yüksek mahkeme taraflar arasındaki ilişkinin sözleşmenin hazırlık aşaması olduğunu düşünmüş, vitrindeki ürünlerin ise sözleşmelerin kurulurken uyulması gereken kurallardan olan icap olduğunu düşünmektedir.


Bu yeni belirlenen sorumluluk türlerinden olan sözleşme görüşmelerinden doğan sorumluluğu (culpa in contrahendo) genel bir ifadeyle belirtmek gerekirse, sözleşme görüşmeleri aşamasında taraflardan birinin diğerine veya onun koruması altında bulunan kişilere, aralarında dürüstlük kuralı (MK. m. 2) gereğince ortaya çıkan güven ilişkisinin ihlali sonucu meydana gelen sorumluluktur[3]. Hukuk genel kurulu vermiş olduğu bu kararda doktrine birçok atıf yapmış ve kişilerin sözleşme görüşmeleri sırasındaki sorumluluklardan da sorumlu olacağını söylemiştir. Buna örnek olarak da, “Başka bir ifadeyle sözleşme görüşmelerinde taraflardan birinin diğerine dürüstlük kuralına aykırı davranma sonucu verdiği zararlarla ilgili sorumluluktur.” görüşünden faydalanmıştır[4].


Kişilerin arasındaki uyuşmazlığın haksız fiil değil aksine sözleşmenin hazırlık aşamasında bu husus meydana geldiğinden sözleşmeye dayalı borç ilişkisi olduğunu tekrar etmiştir. Yüksek mahkeme buradaki durumu Medeni Kanun’un 2. maddesindeki güven ilkesinden kaynaklı sorun olarak bahsetmiştir. Bu kararlarına ek olarak Almanya’da sıklıkla “mağaza kararları” olarak anılan birçok karara değinmiştir. Bu kararlar hem Alman yasalarında hem de Türk yasalarında yıllarca sürecek yeni bir anlayışa yol açmışlardır.


Alman İmparatorluk Mahkemesi 7 Aralık 1911 tarihinde verdiği “muşamba topu kararı” olarak adlandırılan kararıyla, sözleşmenin görüşülmesinden yalnız bildirim ve aydınlatma yükümlerinin değil, karşı tarafın canını ve malını (kişi ve mal varlığını) koruma yükümlerinin de doğduğunu kabul etmiştir. Bundan dolayı da, mağaza tezgâhtarının bir yer muşambası satın almak isteyen bir kadına muşamba toplarını gösterirken bunlardan birini kadının üstüne düşürerek ona zarar vermesi durumunda, mağaza sahibinin Türk Borçlar Kanunun m. 55'in karşılığı olan Alman Medeni Yasası § 831'e göre değil de, Türk Borçlar Kanunun m. 100'ün karşılığı olan Alman Medeni Yasası, § 278'e göre sorumlu olduğuna karar vermiştir.


Alman Federal Mahkemesinin, yine sözü geçen “mağaza kararları” olan 26 Eylül 1961 tarihinde verdiği “muz kabuğu kararı”nda, bu doğrultuda daha da ileri giderek, büyük bir mağazaya giren kimsenin, daha sözleşmenin görüşülmesine başlamadan önce “işlemsel ilişkiler hazırlığı aşamasında” bulunduğu sırada, yere atılmış bir muz kabuğuna basıp ayağı kayarak düşüp yaralanması yüzünden mağaza işletmecisinin mağazaya giren kimselerin güvenliğini sağlamak yolunda genel bir özen borcuna aykırılıktan dolayı sorumlu olduğunu kabul etmiştir.


“İşlemsel değinme (temas)” kuramına göre; bir kimsenin, sözleşmenin görüşülmesine başlamadan önce de, “işlemsel ilişkiler hazırlığına girişmesi” durumunda güven ilişkisinden, tarafların birbirlerinin kişi ve mal varlığına zarar vermemek yolunda davranış yükümleri doğacağı kabul edilmektedir. İşlemsel ilişkiler hazırlığına girişme, bu hazırlık henüz gerçek bir “sözleşmenin görüşülmesi” aşamasına varmamış olsa bile gerçekleşebilir. Örneğin, bir kimsenin “olası müşteri” olarak kesin bir satın alma amacı olmasa bile bir mağazaya girmesi ya da bir lokantada yer araması durumunda olduğu gibi, Alman Fedaral Mahkemesinin yukarıda sözü geçen “muz kabuğu kararı” da bu görüşe uygundur.[5]


Burada, mağazalarda alışveriş yapıldığı sırada vitrindeki ürünlerin bir icap niteliği taşımasından dolayı da aslında kişiler arasında sözleşmelerin hazırlık aşamasında olduğu kabul edilmektedir. Bu sebeple Yargıtay Hukuk Genel Kurulu da bu kararlardan yardım alarak somut olayımızdaki ilişkide davacı ile davalı arasındaki ilişkiyi sözleşmenin hazırlık aşaması olarak kabul etmektedir. Belirtilen bu durumlarda bir sözleşme kurulmuş veya kurulmamış ya da hükümsüz veya geçerli olmasından bağımsız olarak sözleşme görüşmelerinden doğan sorumluluğun söz konusu olması bugünkü hakim düşünceye göre artık tartışmasızdır. O halde, sözleşme görüşmelerinden kaynaklanan uyuşmazlığın; haksız fiil kurallarına göre değil, sözleşme hukuku çerçevesinde çözümlenmesi gerektiği kuşkusuzdur.


Kararda tartışılması gereken bir diğer husus ise, davanın usul yönünden nerede açılacağıdır. Bilindiği üzere hukuk davalarında davaların nerede açılacağına ilişkin kurallar 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nda düzenlenmektedir. Burada genel yetkili mahkemeler Asliye Hukuk Mahkemesi olarak gösterilmiş olup Sulh Hukuk Mahkemesi ve diğer mahkemelerin görev alanlarına girmeyen konularda görevli mahkemenin Asliye Hukuk Mahkemesi olacağı kabul edilmiştir. Ancak Yüksek Mahkeme, davacı ile davalının durumlarını incelediği zaman davacının alıcı davalının ise satıcı olduğunu göz önüne aldığında burada tüketici ilişkisi olduğundan söz etmektedir.


Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’a göre; tüketici, bir mal veya hizmeti özel amaçlarla satın alarak nihai olarak kullanan veya tüketen gerçek veya tüzel kişi olarak tanımlanmıştır. Kanun tüketiciyi tanımlarken dar anlamda değil geniş anlamda yorumlayarak mal ve hizmet satın alan gerçek veya tüzel kişi olarak tanımlamıştır. Bir hukuki işlemin 4077 sayılı yasa kapsamında kaldığının kabul edilebilmesi için yasanın amacı içerisinde yukarıda tanımları verilen taraflar arasında mal ve hizmet satışına ilişkin bir hukuki işlemin olması gerekmektedir. Ayrıca burada davacının hazırlık aşamasında olduğundan dolayı, davanın 4077 sayılı kanun çerçevesinde Tüketici Mahkemesi’nde açılmasına karar vermiştir.


Bu sebeple Yargıtay hukuk genel kurulu “Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma ilamında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı H.U.M.K.’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, bozma nedenine göre sair temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olamadığına, istek halinde temyiz peşin harcının davalıya geri verilmesine, 01.12.2010 gününde oybirliği ile karar verildi.” şeklinde karar vermiştir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun bu görüşüne katılıyoruz. Kişinin mağazada yaptığı işlemin sözleşmesinin hazırlık aşaması olduğu aşikârdır. Ayrıca mağaza vitrinindeki ürünlerin icap olarak değerlendirilmesi de göz önüne aldığından bu karar oldukça yerindedir.

 

[1] Cansel / Özel – Borçlar Hukuk Genel Hükümler, Cilt 1, sayfa 37. [2] Cansel / Özel –Borçlar Hukuk Genel Hükümler, Cilt 1, sayfa 37. [3] Fikret Eren, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Cilt. III, Ankara 1990, s. 1083.; İlhan Ulusan, Culpa in Contrahendo Üstüne, Prof. Dr. Ümit Yaşar Doğanay Anısına Armağan, İstanbul 1982, s. 287. [4] Süleyman Yalman, Sözleşmelerden Doğan Sorumluluk, 1. Bası, s. 38. [5] Larenz, Culpa in contrahendo, Verkehrssicherungspflichtund “SozialerKontakt”, MND 1954, s. 515 ve sonrası, Ayfer Kutlu Sungurbey, a.g.e., s. 103-109.

943 görüntüleme

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page